11.7.07

TÜRKİYE HARİKALAR DIYARI



Yaklaşık 1,5aydır Türkiye'deyiz. Önce planladığımızdan daha uzun oldu kalışımız. Hem gurbette olmanın acısını çıkarıp doya doya sevdiklerimizle beraber olmak için hem de 5 günde geçeriz dediğimiz güneydoğu ve doğu anadolu bölgesinin şaşırtıcı güzelliklerine takılıp kaldığımız için.



İsvicre üzerinden İtalya'nın Ancona kentinden feribotla Çeşme'ye vardıktan sonra candostlarım İrem,Pınar,Mert ve Serhan'la Göcek kıyılarında herkese tavsiye edebilecegim 4 günlük bir yat turuna çıktık. Masmavi sularda yelken açarak ıssız koylarda balık tutmanın, kristal sularda yüzmenin tadını çıkartıp, iyi ki yanımıza aldığımız ve daha sonra da çok işimize yarayan uyku tulumlarımıza sarılıp güvertede yıldızları seyrederek uyuduk. Gezi sonunda Göller bölgesi üzerinden Eğirdir ve Beysehir ve Konya'yı geçerek iki günde Tarsus'a vardık. Lavanta ve gelincik tarlalarının, sürekli değişen ovalık ve dağlık manzaranın hakim olduğu bu bölgede insan rahatça 1-2 hafta geçirebilir fakat ortanca kızkardeşim Burcu'nun birsonraki hafta olacak nikah ve düğün hazırlığı için biran önce evde olmak istiyordum.



Önce Tarsus'da kına ve nikah, bir hafta sonra ise İstanbul'da düğün oldu. İnsan kızkardeşinin düğününde gerçekten kendi düğününden daha fazla heyecanlanıyor. İki hafta kadar İstanbul'da kaldıktan sonra küçük kız kardeşim Ayça'yı da son anda gelmeye ikna ederek, Sivrihisar'da annanemin evinde konaklayarak Tarsus'a geldik. Ayrılma zamanı gelip çattıkça hepimize bir hüzün çöktü. Bu arada Tarsus'da aluminyum kutularımızı Motorsiklete bağlayan sistemde birkaç zayıf nokta gördüğümüz için babam ve Tom tanıdık atölyeye giderek ekstra bir destek sistemi eklettirdiler. İnsan yola çıkmadan motorundaki eksiklikleri farketmiyor bunu ilerki haftalarda daha iyi anlıyoruz.



Ayrılma günü gelip çattığında hem yeni yerler keşfetmenin heyecanı hem 1 aydır heran beraber olduğum ailemi terketmenin hüznü hem de bilinmeyenin verdiği karışık duygularla eşyalarımızı motora yükleyip, son hazırlıklarımızı tamamlıyoruz. Bu arada Tarsus'un yerel gazetesi Yeni doğuşun muhabiri gelip ailecek fotoğraflarımızı çekiyor. Daha sonra öğreniyoruz ki ulusal gazeteler de yapmış bizi haber.

Türkiye'ye gelip Tarsus'dan ayrılana kadar her konuştuğumuz insanın "doğu çok tehlikeli,heryerde terör var, gitmek hiç akıllıca değil,hele motorla gitmek tam bir çılgınlık"sözlerini duymaktan yorulmuştuk açıkçası. Onun verdiği stres de vardı içimizde.

İlk gece hedefimiz Osmaniye ve Adıyaman üzerinden Kahta'ya varıp Nemrut dağının zirvesinde uyumaktı. Yolların durumunun iyi olmasına rağmen yine de güneş batımına yetişemedik. Zirvede bir kafeterya var ve hemen yanına kamp yapılabiliyor. Bizim dışımızda bir aile haric hiçkimsecikler yoktu. Jandarma karavanlarının yanına kamp kurup soguk havanın keyfini çıkardık son zamanlarda sıcaktan bayağı bunalmıştık. Sabah güneşin doğuşunu izlemek için saat 4.00'de kalkıp tepeye tırmandık. Kalabalık bir grup insan vardı, herkes dondurucu soğuğun etkisini kırmak için battaniyelere sarılmıştı. Tanrıların heykellerine yavaş yavaş vuran kırmızı turuncu ışık,güneşe yönelen yüzler bir ayin yapılıyormuş havası veriyordu. Gerçekten bu kadar erken kalkıp, zorlu bir tırmanışa değecek bir görüntü.

Aynı gün Nemrut dağının eteklerindeki Damlacık köyündeki Garden Camping'de kalmaya karar verdik. Yolumuzun üzerinde motorsikletleriyle gezen ve Türkiye'de bizle aynı rotayı takip eden alman çift Ela ve Berndt ile karşılaştık. Tesadüf onlar da aynı yerde kalmayı planlıyorlardı. Damlacık'a vardığımızda gerçekten çok şaşırdık. Yemyeşil bir yer,dereler akıyor ve karşıda haşmetli dağlar. Kampingde yüzme havuzu,asmalarla cevrilmiş bir kamelya.. Tam bir vaha. Çadırımızı bir nar ağacının altına kurup güneşin karşıki dağlardan batışını izliyoruz. Gerçekten görülmeye değer. Kampingin sahibi İbrahim bey yakınıyor. Eskiden buralar turist dolar taşardı ama şimdi teror korkusundan misafirler çok azaldı, hem de bu çevrede hiçbir olay olmamasına karşın.

Ertesi gün saat 17.00 gibi Diyarbakır'a doğru yola çıkıyoruz. Ela ve Berndt'le Tatvan'daki Nemrut dağında 3 gün sonra buluşmak için sözleşiyoruz. Onlar Batman güneyindeki Hasankeyf'e gitmeyi planlamışlar. Narinceyi geçtikten sonra tabelada Feribot iskelesi 10 km yazıyor. Burada feribotun ne işi var diyorum kendikendime... Sonra birden karsımıza falezlerin arasından akan Fırat nehri çıkıyor, gerçekten çok şaşırtıcı bir görüntü. Daha köprü kurulmadığı için Siverek ve Diyarbakır'a giden araçlar feribotla taşınıyor. Neyse ki fazla beklemeden Feribot kalkıyor. Heryerde olduğu gibi burada da insanlar çevremizi sarıyor. Çoğu zaman aynı sorularla karşılaşıyoruz.
- Soru: Bu motorsikletin fiyatı kaç?
- Cevap: Çok eski,14 senelik motorsiklet. Pek para etmez ama yenileri çok pahalı.
-Soru:Siz güzel Türkçe konuşuyorsunuz.. Nereden öğrendiniz?
-Cevap:Ben Türküm zaten, Tarsus'luyum.
-Soru: AA, yabancılara benziyorsunuz: arkadaşınız nereli?
-Cevap: Arkadaşım değil,eşim.(Tom araya giriyor) Ben Belçikalı.
-Soru: Peki şimdi kim kimin dinine geçti? Aman sen enişteyi müslüman yap!
-Cevap: Dinimizi degiştirmedik.Herkesin dini kendine.
-Soru: ama olur mu öyle.. Yani kocan domuz yiyor sana da geçer
-Soru: Peki bu motor saatte kaç km hız yapar? Saatte 200 km hız yapıyorsunuzdur vb.. vb..
Meraklı olmalarına rağmen herkes çok dostça davranıyor,sanki günlerine renk katan bir unsur oluyoruz.

Herneyse Fırat iskelesine vardığımızda herşey biranda değişiyor. Doğuya geldiğimizi yavaş yavaş anlıyoruz. Çevremizdeki herkes aralarında Kürtçe konuşuyor , hava kararmaya başlıyor, Diyarbakır'a daha yolumuz var. Daha Diyarbakır'da nerede kalacağımızı bilmiyoruz. Bu arada bomboş yollarda motorla ilerlerken güneşin batmaya başlıyor ama yollar çok iyi ve rahatça şehre varıyoruz. Her durduğumuz yerde hemen çay ikramı alıyoruz, herkes çok iyi davranıyor biz de rahatlıyoruz. Diyarbakır'ın bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum. Dünya'nın Çin seddinden sonra en kalın tarihi surlarıyla çevrilmiş şehrin eski bölümünde iki gün geçiriyoruz. Hem dinleniyoruz,gerekli şeyler için alışveriş yapıyoruz hem de aralarında Anadolunun ilk camisinin ( Ulu Cami) de bulunduğu tarihi anıtları geziyoruz. Tek sıkıntımız havanın sıcaklığı. Kimseye temmuzda Diyarbakır'a gitmeyi tavsiye etmem. Gap Hotel adlı çok sevimli, basit ama merkezi bir otelde kalıyoruz. Otelin binası tarihi ve tam ortasında sarmaşıklı bir avlu var. Orada konuştuğumuz Tatvanlı birkaç kişi ertesi gün Nemrut dağı krater gölünde kamp yapacağımızı duyunca uyarıyorlar. " Kater gölünde jandarma var sanırım giriş yasak". Yine de biz pek inanmıyoruz ve ertesi gün pudra şekerli kürt böreği yiyip dinlenmiş bir şekilde Tatvan'a doğru yola koyuluyoruz. 290 km yolumuz var fakat havanın sıcaklığından sürekli mola veriyor litrelerce su içiyoruz. Bir benzin istasyonu sahibi " oo Tatvan yayla gibidir,aksamları üşürsünüz" sözlerine sevinip sıcaktan kurtulma hevesiyle yolumuza devam ediyoruz. Tatvan'a yaklaştıkça hakikaten hava serinliyor, dağların arasından tırmanıyoruz ve birdenbire Van gölü çıkıyor karşımıza. Bir tarafta Nemrut dağı, bir tarafta Süphan, masmavi göl manzaralı Kaşıbeyaz restoranında Tatvan kebabı yiyoruz. Adana kebapla büyüdüm ama İnce ekmeğe sarılı halde fırına sürülen Tatvan kebabının tadına gerçekten doyum olmuyor. Yemeğimizi bitirdikten sonra su ve yiyecek alıp Krater gölüne doğru yola çıkıyoruz. İlk köyü geçişte dağa yürüyerek çıkmış bir Avustralyalı çiftle karşılaşıyoruz. Yukarıda manzaranın çok güzel olduğunu ama yolun kötü olduğunu söylüyorlar. Bir de dağa çıkarken iki motorsikletli daha gördüklerini söylüyorlar. Bahsettiklerinin Ela ve Berndt olduğunu anlayıp seviniyoruz. Önce 13 km kraterin zirvesine doğru tırmanıyoruz. Yol gerçekten kötü, bazı yerler taşlı,bazı yerler kumlu.. Göle doğru alçalmaya başlarken yolun ortasında sahipsiz duran Berndt'in motorunu görüyoruz. Kötü birşey mi oldu diye düşününürken Ela çıkıyor karşımıza. Yolun kötülüğünden ve daha sadece 6 haftalık motorsiklet tecrübesinin yeterli gelmeyeceğini düşündüğünden orada kalıp Berndt'in göl kenarında kamp yeri arayıp dönmesini bekliyormuş. Bu arada Berndt geliyor ve ilerideki manzaranın şahane fakat yolun tüm eşyalarının yükü ve iki kişiyle geçmenin çok zor olduğunu fakat göle varmadan olduğumuz yerden iki km ötede çadır kurmaya elverişli biryer olduğunu söylüyor. Ben de Ela ile kalmaya karar veriyorum. Bu sırada Tom eşyalarla kamp yerine gidip valizleri orada bırakıp beni almak için geriye dönüyor. Biz Ela ile beklerken genç kız ve kadınlarla dolu bir kamyon duruyor. Hepsi el sallayarak hoşgeldiniz diyorlar, megerse aşağıki köyden kratere koyun beslemeye gelmişler. İki gün sonra yılda birkere göl kenarında düzenlenen tatvan krater gölü festivali olduğunu ve mutlaka kalmamız gerektiğini söylüyorlar. Biz de çok seviniyoruz. Bu arada Tom gelip beni alıyor. Hava kararmak üzere olduğundan göle kadar gitmemeye karar veriyoruz ve çadırımızı kuruyoruz küçük göle bakan bir düzlükte. Hava gerçekten soguk güneş battıktan sonra ama biz hazırlıklıyız.

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyoruz, bu arada tek tük arabalar geçiyor herkes dostça el sallıyor. Ortada ne jandarma var ne de tehlikeli görünen herhangibirşey. Tek karşılaştığımız misafirperver insanlar. Tom ve Berndt motorlara eşyaları yükleyip göl kenarına iniyorlar biz de Ela ile 6 kmlik yolu yürümeye başlıyoruz. Birkaç dakika sonra bir araba duruyor. Festival hazırlıklarını denetlemeye giden belediye çalışanları bizi göle kadar bırakmayı teklif ediyorlar, biz de memnuniyetle kabul ediyoruz. Arabada krater hakkında bilgi alıyoruz. Bir sıcak su gölü,bir büyük soguk su gölü, bir de çevresinde koyunların otladığı küçük göl. Bu arada da kürtçe birkaç kelime öğretiyorlar lazım olur diye :)
Manzara o kadar güzel ki, en az iki gün kalmaya karar veriyoruz. Ama kötü haber veriyor Tom; Aluminyum kutuları tutan demir barlardan biri kırılmış. Neyse ki yanımızda Berndt var, kendisi BMW'nun teknik bölümünde çalışıyor ve hemen Tatvan'daki sanayiye gidip kırılan yeri kaynakla tamir ettirip gerekli birkaç yerden de destek yaptırmayı teklif ediyor. Bu arada biz de Ela ile çadırları kurup eşyaları yerleştiriyoruz. Belediye çalışanlarından birisi bize karpuz,peynir ekmek ve kiraz getiriyor. Ben alışkınım misafirperverliğe ama Ela bayağı şaşırıyor. Bir süre sonra Tom ve Berndt geri dönüyorlar, motorun yeni hali çok daha sağlam görünüyor.


Ertesi iki gün kraterin güzelliklerini kesfediyoruz. Tam zirveye (3000 mt) zorlu bir tırmanıştan sonra tüm krateri kuşbakışı görmek ,tüm zahmetlerimize karşılık oluyor. Kekik,ıhlamur ve çiçek kokuları arasında uzun yürüyüşler yapıyoruz. Doğubeyazıta hareket etmeye karar veriyoruz sabah ama önce gölde sabah banyomuzu alıyoruz su çok soguk ama tadına doyum olmuyor.

Eşyalarımızı toplayıp gitmeye hazırlanırken arkadaki siyah bagajın bağlı olduğu plastik bölgenin çatladığını farkediyoruz. O anda motorumuzun kötü yol şartlarına bu haliyle uygun olmadığını ekstra birseyler yapmamız gerektiğine karar veriyoruz. İlk iş mümkün olduğunca çok eşyadan kurtulmak ve siyah bagajdan ağır olduğu için vazgeçip yerine sosis seklindeki yumuşak çantalarımızı yerleştirmek: Bunun için arka kısmın tamamen değişip, çelik bir yapının eklenmesi gerekiyor. Ben Tarsus'a geri gönderebileceğim eşyaları seçerken, Berndt de Tom'a teknik bir çizim yapıyor. Bu çizimle sanayiideki atölyeye gitmeye karar veriyoruz. Ama öncelikle Tatvan otogarına gidip ilk otobüsle Tarsus'a eşya gönderiyoruz. Yaklaşık 10 kiloluk bir ağırlıktan kurtulduğumuzu söyleyebilirim. Atölyeye vardığımızda ,oranın sahibi (daha önce de metal barları tamir eden) Cengiz bey bizi karşılıyor hemen işe koyuluyor. Saat 23.30 civarında yorgun ama mutlu birsekilde bakıyoruz motorun yeni haline. Gerçekten mükemmel, artık her yol vız gelir bize :)

Ertesi gün Ahlat tarihi Selçuklu mezarlığını ziyaret edip Van gölünün oldukça bakımlı sahilinden Erciş 'i geçerek, Muradiye şelalesinde durup yemek molası veriyoruz. Daha sonra volkanik kayalarla kaplı Tendürek dağını aşarak, yemyeşil çayırların arasından tüm haşmetiyle karlı Ağrı dağını görüyoruz karşımızda. Her dakika fotograf çekmek geliyor içimizden, manzaralar o kadar nefes kesici ki... Bu heyecanla Doğu beyazıt'a varıp Ağrı dağı manzaralı otelimize yerleşiyoruz.


Şuanda Türkiye gezimizin son durağı , İran sınırına 30 km uzaklıktaki bu küçük ama tüm karayollarıyla İran'a giden turistlerin buluşma noktası olan kasabadayız. Bir iki gün içinde hazırlıklarımızı bitirip İran'a doğru yol alacağız.



Bu son iki haftada öğrendiğimiz en önemli şey Doğu anadolu'nun en az batı kadar hatta daha güzel ve insanlarının olağanüstü misafirperver olduğu. Tatil olduğunda alışkınız hep Bodrum'a, Antalya'ya gitmeye ama bence Doğunun bu güzelliklerini kaçırmak büyük bir kayıp..

1 yorum:

Murat Gungor dedi ki...

Ebru'cugum,

Cok guzel yazmissin. Vallahi tuylerim urperdi, gozlerim sulandi. Hem senin guzel tasvirinden, hem de bu kadar uzakta olup, sizin heyecaninizi kacirmanin verdigi uzuntuden. Yolunuz acik olsun. Ikinize de sevgilerimi iletiyorum. Dogu Anadolu'yu bizlere tanittiginiz icin tesekkur ederim.

Sevgiler...